Mazlum Şehzade Mustafa'nın cenazesi henüz toprağa verilmeden ailesinin çok kaba bir şekilde Konya Sarayından alınarak Bursa'ya sürgün edilmeleri tarihin en acı olaylarından biridir. Sultan Süleyman oğlunu katlettirmesinden hemen sonra Konya Sarayına askerlerini gönderip Mahidevran Hasekiyi ve Şehzade Mustafa'nın ailesini Bursa'ya sürgün edilmeleri için Saraydan aldırmıştır. Mahidevran Haseki ve Şehzade Mustafa'nın ailesi böylece cenazeyle beraber Konya'yı terketmişlerdir. Bu sırada Sultan Süleyman'ın muhafızlarından birine: 'Bilhassa o Çerkes kadına ve karındaş güruhuna dikkat edin, kimseyle görüşmesinler, doğrudan konağa kapatın' dediği anlatılır.
Diğer taraftan Şehzade Mustafa'nın dayısıda Doğuya sürgün edilmiştir. Çerkes Mirza Mustafa Paşa yeğenine atılan iftiraların çıkmasından sonra kendisinin ve ailesinin büyük bir tehlike içinde bulunduğunu anladığından hemen oğullarını Kafkasya'ya göndermiştir. Fakat kendisi Kafkasya'ya gitmeyerek Anadolu'da kalıp yeğenine yardım edeceğini söylemiş. Şehzade Mustafa'nın katlinden sonrada tutuklanıp sürgün süsü altında Doğu Anadoluya götürülüp orada öldürülmüştür.
Mazlum Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi çok acı bir olay olduğundan dönemin ressamları bu idamı gösteren türlü resimler yapmışlardır. Bu ressamlardan biride Şehzade Mustafa'nın öldürümesinden sonra ailesinin haberdar ve sürgün edilmesini konu alan bir resim çizmiştir. 16.yy ait olan bu resim Cherkasski Hanedanı Arşivinde bulunmaktadır.
Mittwoch, 26. Februar 2014
Freitag, 14. Februar 2014
Şehzade Mustafa Mersiyesi
Şehzade Mustafa'nın öldürülmesinden sonra nedimi Taşlıcalı Yahya Bey şehzadenin anısına bir mersiye yazdı. Bu mersiye Osmanlı tarihinde bir Şehzade için yazılmış en hüzünlü şiir olarak tarihe geçti ve Şehzade Mustafa'nın hafızalardan silinmemesini sağladı.
İşte yedi bölümden oluşan o meşhur mersiye:
Birinci Bölüm
Meded meded bu cihânûn yıkıldı bir yanı
Ecel Celâlîleri aldı Mustafâ Han’ı
(İmdat! Eyvahlar olsun! Bu cihanın bir yanı yıkıldı; [zira] ölüm eşkıyaları Şehzade Mustafa’yı yok
ettiler.)
Tulundı mihr-i cemâli bozuldı dîvânı
Vebâle koydılar âl ile Âl-i Osmânı
(Yüzünün güneşi battı, divanı dağıldı. Osmanlı sultanını hile ile günaha soktular.)
Geçerler idi geçende o merd-i meydânı
Felek o cânibe döndürdi şâh-ı devrânı
(O savaş meydanlarının yiğidini adı geçtikçe çekiştirirlerdi. Felek zamanın padişahını o
[iftiracılardan] yana döndürdü.)
Yalancınun kuru bühtânı bugz-ı pinhânı
Akıtdı yaşumuzı yakdı nâr-ı hicrânı
(Yalancının kuru iftirası ve gizli kini gözyaşımızı akıttı, ayrılık ateşini yaktı.)
Cinâyet itmedi cânî gibi anun cânı
Boguldı seyl-i belâya tagıldı erkânı
(O cani gibi cinayet işlemedi; [fakat kendi] canı, bela selinde boğuldu, erkânı dağıldı.)
N’olaydı görmeye idi bu mâcerâyı gözüm
Yazuklar ana revâ görmedi bu râyı gözüm
(Keşke gözüm bu olup biteni görmeseydi… Yazıklar olsun! Gözüm bu “rây”ı [=hükmü, muameleyi]
ona layık görmedi.)
İkinci Bölüm
Tonandı aglar ile nûrdan menâre dönüp
Küşâde-hâtır idi şevk ile nehâre dönüp
(Nurdan bir minare gibi ak giysilerle donandı; gönlü şevk ile gündüz gibi [aydınlık]idi.)
Görindi halka dıraht-ı şükûfe-dâre dönüp
Yürürdi kulları önince lâlezâre dönüp
(Çiçek açmış bir ağaç gibi halka göründü; kulları bir gelincik tarlası gibi önünde yürüyorlardı.)
Tururdı şâh-ı cihân hiddetiyle nâre dönüp
Otagı haymeleri karlu kûhsâre dönüp
(Cihan Sultanı kızgınlığından ateşe dönmüş hâlde duruyordu; otağının çadırları karlı dağlara
benziyordu.)
Müzeyyen idi bedenlerle ak hisâre dönüp
El öpmege yüridi mihr-i bî-karâre dönüp
(Bedenlerle süslenmiş beyaz bir hisara benziyordu. Yerinde duramayan güneş gibi el öpmeye
yürüdü.)
Tutuldı gelmedi çünkim o mâhpâre dönüp
Görenler agladılar ebr-i nev-bahâre dönüp
(O ay parçası tutuldu; dönüp gelmeyince [bu durumu] görenler ilkbahar bulutu gibi ağladılar.)
Bir ejderhâ-yı dü-serdür bu hayme-i dünyâ
Dehânına düşen olur hemîşe nâpeyda
(Bu dünya çadırı iki başlı bir ejderhadır. Onun ağzına düşen elbette görünmez olur.)
Üçüncü Bölüm
O bedr-i kâmil ü ol âşinâ-yı bahr-i ulûm
Fenâya vardı telef itdi anı tâli’-i şûm
(O olgun dolunay [gibi kemâle ermiş şehzade], o ilimler denizinin aşinası yok olup gitti; onu
uğursuz talih telef etti.)
Dögündi kaldı hemân dâg-ı hasretiyle nücûm
Göyündi şâm-ı firâkında toldı yaş ile Rûm
(Yıldızlar dövünüp tamamen [şehzadenin] hasreti yarasıyla kaldı. Anadolu, onun ayrılık akşamında
yandı, yaşla doldu.)
Kara geyürdi Karamana gussa itdi hücûm
O mâhı ince hayâl ile kıldılar ma’dûm
(Gam Karaman’a hücum etti kara[lar] giydirdi. O ayı ustaca hilelerle yok ettiler.)
Tolandı gerdenine hâle gibi mâr-ı semûm
Rızâ-yı Hak ne ise râzî oldı ol merhûm
(Zehirli yılan [gibi kement] boynuna hale gibi dolandı; o merhum [şehzade], Allah’ın takdiri ne ise
razı oldu.)
Hatâsı gayr-i muayyen günâhı nâmalûm
Zihî şehîd-i saîd ü zihî şeh-i mazlûm
(Şuçu belirsiz, günahı malum değil. Ne kutlu bir şehit ve ne büyük zulme uğramış bir şah)
Yüz urdı hâke o meh aslına rücû itdi
Seâdet ile hemân kurb-i Hazrete gitti
(O ay [gibi parlak şehzade] yüzünü toprağa koydu, aslına döndü. Mutlulukla çabucak Allah’ın
huzuruna gitti.)
Dördüncü Bölüm
Getürdi arkasını yire Zâl-i devr ü zemân
Vücûdına sitem-i Rüstem ile irdi ziyân
(Zamanın Zal’i [şehzadenin] arkasına yere getirdi, vücuduna Rüstem’in zulmü ile zarar geldi.)
Döküldi gözyaşı yılduzları çoğaldı figân
Dem-i memâtı kıyâmet güninden oldı nişân
(Gözyaşı yıldızları döküldü, feryat çoğaldı; onun ölüm saati kıyamet gününü andırdı.)
Girîv ü nâle vü zâr ile toldı kevn ü mekân
Akar su gibi müdâm aglamakda pîr ü cüvân
(Kâinat feryat, figan ve inilti ile doldu. Genç, ihtiyar [herkes] akar su gibi durmadan ağlamakta.)
Vücûd iline akın saldı akdı eşk-i revân
Eyâ serîr-i seâdetde pâdişâh-ı cihân
(Ey saadet tahtında [oturup duran] cihan padişahı! Dökülen gözyaşları vücut ülkesine akın salıp
aktılar.)
O cân-ı âdemiyân oldı hâk ile yeksân
Diri kala ne revâdur fesâd iden şeytân
(O insanların canı [gibi sevdiği şehzade] toprak ile bir oldu. Fitne çıkaran şeytanın diri kalması reva mıdır?)
Nesîm-i subh gibi yirde koma âhumuzı
Hakâret eylediler nesl-i pâdişâhumuzı
(Padişahımızın soyunu tahkir ettiler. Âhımızı sabah rüzgârı gibi yerde bırakma.)
Beşinci Bölüm
Bir iki egri fesâd ehli nitekim şemşîr
Bir iki nâme-i tezvîri kıldı katline tîr
(Kılıç gibi eğri birkaç fesatçı, birkaç sahte mektubu [şehzadeyi] öldürmeye ok gibi kullandılar.)
Gelür ezelde mukadder olan kalîl ü kesîr
Hezâr kayserün oldı leyâl-i ömri kasîr
(Ezelde az veya çok olarak takdir edilen [her şey başa] gelir. Binlerce kayserin ömür geceleri kısa
oldu.)
Eceldür âdeme derbend-i teng ü târ-ı asîr
Zarûrîdür bu iki ugrar ana cüvân ile pîr
(Ölüm insan için dar ve karanlık olan zorlu bir geçittir. Genç ve ihtiyar [herkesin] ona uğraması
kaçınılmazdır.)
Yirini zîr-i zemîn eyledi o mihr-i münîr
Yirini gitdi cihândan nite ki merd-i fakîr
(O parlak güneş yer altına yerleşti. Dünyadan fakir bir kimse gibi yerinerek gitti.)
Bu vâkıa olumaz halka kâbil-i tabîr
Ki Erdişîr-i velâyetde ola âdet-i şîr
(Velayetin Erdişîr’inde arslan âdeti bulursun… Bu rüyanın halka yorumlanması mümkün olamaz.)
Bunun gibi işi kim gördi kim işitdi aceb
Ki oglına kıya bir server-i Ömer-meşreb
(Ömer tabiatlı bir hükümdar oğluna kıysın… Acaba böyle bir işi kim görmüş, kim işitmiştir?)
Altıncı Bölüm
Ferîd-i âlem idi âlim idi alem idi
Muhammed ümmetine mevti mevt-i âlem idi
(Âlemde biricik idi, alim idi [hatta] çok alim idi. Onun ölümü Muhammet ümmetine âlemin
ölümü gibi oldu.)
Ziyâde mâtem idi haylî emr-i muzam idi
Salâh ü zühdî kavî itikâdı muhkem idi
([Şehzadenin ölümü] büyük bir yas, pek büyük bir hadiseydi. Onun iyiliği, zühdü ve takvası
kuvvetli, inancı sağlamdı.)
Meşâyih ile musâhib ricâle hemdem idi
Kerâmetiyle kerîmü’l-hisâl âdem idi
(Şeyhlerle sohbet eder, rical ile bir arada olurdu. Kerem ve ihsanıyla yüce hasletlere sahip bir
kimseydi.)
Nücûm gibi cihândîde vü mükerrem idi
Vücûdı muhteşem ü şevketi muazzam idi
(Yıldızlar gibi dünya görmüş ve mükerrem idi. Vücudu ihtişamlı ve heybeti azametliydi.)
Tevâzu ile selâmında hôd müsellem idi
Aceb o bedr-i temâmun ne âdeti kem idi
(Onun tevazu ile selam alıp verişi de [herkesçe] bilinirdi. Acaba o tam dolunay [gibi olgun zat] ın
ne huyu kusurluydu?)
Hayflar oldı ana iftirâ ile gitdi
Huzûr-ı Hakk’a düâ vü senâ ile gitdi
(Ona çok yazık oldu, iftira ile gitti. Allah’ın huzuruna dua ve övgülerle gitti.)
Yedinci Bölüm
Sipihrün âyenesinde göründi rûy-i fenâ
Kodı bu kesret-i dünyâyı kıldı azm-i bekâ
(Feleğin aynasında yokluğun yüzü göründü; [bunun üzerine şehzade] bu dünya kesreti bırakarak
beka âlemine yöneldi.)
Garîbler gibi gitdi o yollara tenhâ
Çekildi âlem-i bâlâya hemçü mürg-i Hümâ
(Kimsesizler gibi o yollara yalnız başına gitti. Hüma kuşu gibi yüce âleme çekildi.)
Hakîkaten sebeb-i rifat oldı düşmen ana
Nasîbi olmasa tan mı bu cîfe-i dünyâ
(Gerçekte düşman onun yücelmesini sağladı. Bu dünya leşi onun kısmeti olmasa buna şaşılır mı?)
Hayât-ı bâkîye irişdi rûhı ey Yahyâ
Şefîkı rûh-ı Muhammed refîkı zât-ı Hüdâ
(Ey Yahya! [Şehzadenin] ruhu sonsuz hayata kavuştu. Şefkatçisi Muhammet’in ruhu, yoldaşı ise
Allah’ın zatı[dır].)
Enîsi gâyib erenler celîsi ehl-i safâ
Ziyâde ide yaşum gibi rahmetin Mevlâ
(Dostu gayb erenleri, oturup kalktığı kimseler safa ehli[dir]. Allah rahmetini yaşım gibi çok eylesin)
İlâhî cennet-i Firdevs ana durag olsun
Nizâm-ı âlem olan pâdişâh sag olsun
(Allah’ım! Firdevs cenneti ona mesken olsun. Âleme nizam veren padişah sağ olsun.)
İşte yedi bölümden oluşan o meşhur mersiye:
Birinci Bölüm
Meded meded bu cihânûn yıkıldı bir yanı
Ecel Celâlîleri aldı Mustafâ Han’ı
(İmdat! Eyvahlar olsun! Bu cihanın bir yanı yıkıldı; [zira] ölüm eşkıyaları Şehzade Mustafa’yı yok
ettiler.)
Tulundı mihr-i cemâli bozuldı dîvânı
Vebâle koydılar âl ile Âl-i Osmânı
(Yüzünün güneşi battı, divanı dağıldı. Osmanlı sultanını hile ile günaha soktular.)
Geçerler idi geçende o merd-i meydânı
Felek o cânibe döndürdi şâh-ı devrânı
(O savaş meydanlarının yiğidini adı geçtikçe çekiştirirlerdi. Felek zamanın padişahını o
[iftiracılardan] yana döndürdü.)
Yalancınun kuru bühtânı bugz-ı pinhânı
Akıtdı yaşumuzı yakdı nâr-ı hicrânı
(Yalancının kuru iftirası ve gizli kini gözyaşımızı akıttı, ayrılık ateşini yaktı.)
Cinâyet itmedi cânî gibi anun cânı
Boguldı seyl-i belâya tagıldı erkânı
(O cani gibi cinayet işlemedi; [fakat kendi] canı, bela selinde boğuldu, erkânı dağıldı.)
N’olaydı görmeye idi bu mâcerâyı gözüm
Yazuklar ana revâ görmedi bu râyı gözüm
(Keşke gözüm bu olup biteni görmeseydi… Yazıklar olsun! Gözüm bu “rây”ı [=hükmü, muameleyi]
ona layık görmedi.)
İkinci Bölüm
Tonandı aglar ile nûrdan menâre dönüp
Küşâde-hâtır idi şevk ile nehâre dönüp
(Nurdan bir minare gibi ak giysilerle donandı; gönlü şevk ile gündüz gibi [aydınlık]idi.)
Görindi halka dıraht-ı şükûfe-dâre dönüp
Yürürdi kulları önince lâlezâre dönüp
(Çiçek açmış bir ağaç gibi halka göründü; kulları bir gelincik tarlası gibi önünde yürüyorlardı.)
Tururdı şâh-ı cihân hiddetiyle nâre dönüp
Otagı haymeleri karlu kûhsâre dönüp
(Cihan Sultanı kızgınlığından ateşe dönmüş hâlde duruyordu; otağının çadırları karlı dağlara
benziyordu.)
Müzeyyen idi bedenlerle ak hisâre dönüp
El öpmege yüridi mihr-i bî-karâre dönüp
(Bedenlerle süslenmiş beyaz bir hisara benziyordu. Yerinde duramayan güneş gibi el öpmeye
yürüdü.)
Tutuldı gelmedi çünkim o mâhpâre dönüp
Görenler agladılar ebr-i nev-bahâre dönüp
(O ay parçası tutuldu; dönüp gelmeyince [bu durumu] görenler ilkbahar bulutu gibi ağladılar.)
Bir ejderhâ-yı dü-serdür bu hayme-i dünyâ
Dehânına düşen olur hemîşe nâpeyda
(Bu dünya çadırı iki başlı bir ejderhadır. Onun ağzına düşen elbette görünmez olur.)
Üçüncü Bölüm
O bedr-i kâmil ü ol âşinâ-yı bahr-i ulûm
Fenâya vardı telef itdi anı tâli’-i şûm
(O olgun dolunay [gibi kemâle ermiş şehzade], o ilimler denizinin aşinası yok olup gitti; onu
uğursuz talih telef etti.)
Dögündi kaldı hemân dâg-ı hasretiyle nücûm
Göyündi şâm-ı firâkında toldı yaş ile Rûm
(Yıldızlar dövünüp tamamen [şehzadenin] hasreti yarasıyla kaldı. Anadolu, onun ayrılık akşamında
yandı, yaşla doldu.)
Kara geyürdi Karamana gussa itdi hücûm
O mâhı ince hayâl ile kıldılar ma’dûm
(Gam Karaman’a hücum etti kara[lar] giydirdi. O ayı ustaca hilelerle yok ettiler.)
Tolandı gerdenine hâle gibi mâr-ı semûm
Rızâ-yı Hak ne ise râzî oldı ol merhûm
(Zehirli yılan [gibi kement] boynuna hale gibi dolandı; o merhum [şehzade], Allah’ın takdiri ne ise
razı oldu.)
Hatâsı gayr-i muayyen günâhı nâmalûm
Zihî şehîd-i saîd ü zihî şeh-i mazlûm
(Şuçu belirsiz, günahı malum değil. Ne kutlu bir şehit ve ne büyük zulme uğramış bir şah)
Yüz urdı hâke o meh aslına rücû itdi
Seâdet ile hemân kurb-i Hazrete gitti
(O ay [gibi parlak şehzade] yüzünü toprağa koydu, aslına döndü. Mutlulukla çabucak Allah’ın
huzuruna gitti.)
Dördüncü Bölüm
Getürdi arkasını yire Zâl-i devr ü zemân
Vücûdına sitem-i Rüstem ile irdi ziyân
(Zamanın Zal’i [şehzadenin] arkasına yere getirdi, vücuduna Rüstem’in zulmü ile zarar geldi.)
Döküldi gözyaşı yılduzları çoğaldı figân
Dem-i memâtı kıyâmet güninden oldı nişân
(Gözyaşı yıldızları döküldü, feryat çoğaldı; onun ölüm saati kıyamet gününü andırdı.)
Girîv ü nâle vü zâr ile toldı kevn ü mekân
Akar su gibi müdâm aglamakda pîr ü cüvân
(Kâinat feryat, figan ve inilti ile doldu. Genç, ihtiyar [herkes] akar su gibi durmadan ağlamakta.)
Vücûd iline akın saldı akdı eşk-i revân
Eyâ serîr-i seâdetde pâdişâh-ı cihân
(Ey saadet tahtında [oturup duran] cihan padişahı! Dökülen gözyaşları vücut ülkesine akın salıp
aktılar.)
O cân-ı âdemiyân oldı hâk ile yeksân
Diri kala ne revâdur fesâd iden şeytân
(O insanların canı [gibi sevdiği şehzade] toprak ile bir oldu. Fitne çıkaran şeytanın diri kalması reva mıdır?)
Nesîm-i subh gibi yirde koma âhumuzı
Hakâret eylediler nesl-i pâdişâhumuzı
(Padişahımızın soyunu tahkir ettiler. Âhımızı sabah rüzgârı gibi yerde bırakma.)
Beşinci Bölüm
Bir iki egri fesâd ehli nitekim şemşîr
Bir iki nâme-i tezvîri kıldı katline tîr
(Kılıç gibi eğri birkaç fesatçı, birkaç sahte mektubu [şehzadeyi] öldürmeye ok gibi kullandılar.)
Gelür ezelde mukadder olan kalîl ü kesîr
Hezâr kayserün oldı leyâl-i ömri kasîr
(Ezelde az veya çok olarak takdir edilen [her şey başa] gelir. Binlerce kayserin ömür geceleri kısa
oldu.)
Eceldür âdeme derbend-i teng ü târ-ı asîr
Zarûrîdür bu iki ugrar ana cüvân ile pîr
(Ölüm insan için dar ve karanlık olan zorlu bir geçittir. Genç ve ihtiyar [herkesin] ona uğraması
kaçınılmazdır.)
Yirini zîr-i zemîn eyledi o mihr-i münîr
Yirini gitdi cihândan nite ki merd-i fakîr
(O parlak güneş yer altına yerleşti. Dünyadan fakir bir kimse gibi yerinerek gitti.)
Bu vâkıa olumaz halka kâbil-i tabîr
Ki Erdişîr-i velâyetde ola âdet-i şîr
(Velayetin Erdişîr’inde arslan âdeti bulursun… Bu rüyanın halka yorumlanması mümkün olamaz.)
Bunun gibi işi kim gördi kim işitdi aceb
Ki oglına kıya bir server-i Ömer-meşreb
(Ömer tabiatlı bir hükümdar oğluna kıysın… Acaba böyle bir işi kim görmüş, kim işitmiştir?)
Altıncı Bölüm
Ferîd-i âlem idi âlim idi alem idi
Muhammed ümmetine mevti mevt-i âlem idi
(Âlemde biricik idi, alim idi [hatta] çok alim idi. Onun ölümü Muhammet ümmetine âlemin
ölümü gibi oldu.)
Ziyâde mâtem idi haylî emr-i muzam idi
Salâh ü zühdî kavî itikâdı muhkem idi
([Şehzadenin ölümü] büyük bir yas, pek büyük bir hadiseydi. Onun iyiliği, zühdü ve takvası
kuvvetli, inancı sağlamdı.)
Meşâyih ile musâhib ricâle hemdem idi
Kerâmetiyle kerîmü’l-hisâl âdem idi
(Şeyhlerle sohbet eder, rical ile bir arada olurdu. Kerem ve ihsanıyla yüce hasletlere sahip bir
kimseydi.)
Nücûm gibi cihândîde vü mükerrem idi
Vücûdı muhteşem ü şevketi muazzam idi
(Yıldızlar gibi dünya görmüş ve mükerrem idi. Vücudu ihtişamlı ve heybeti azametliydi.)
Tevâzu ile selâmında hôd müsellem idi
Aceb o bedr-i temâmun ne âdeti kem idi
(Onun tevazu ile selam alıp verişi de [herkesçe] bilinirdi. Acaba o tam dolunay [gibi olgun zat] ın
ne huyu kusurluydu?)
Hayflar oldı ana iftirâ ile gitdi
Huzûr-ı Hakk’a düâ vü senâ ile gitdi
(Ona çok yazık oldu, iftira ile gitti. Allah’ın huzuruna dua ve övgülerle gitti.)
Yedinci Bölüm
Sipihrün âyenesinde göründi rûy-i fenâ
Kodı bu kesret-i dünyâyı kıldı azm-i bekâ
(Feleğin aynasında yokluğun yüzü göründü; [bunun üzerine şehzade] bu dünya kesreti bırakarak
beka âlemine yöneldi.)
Garîbler gibi gitdi o yollara tenhâ
Çekildi âlem-i bâlâya hemçü mürg-i Hümâ
(Kimsesizler gibi o yollara yalnız başına gitti. Hüma kuşu gibi yüce âleme çekildi.)
Hakîkaten sebeb-i rifat oldı düşmen ana
Nasîbi olmasa tan mı bu cîfe-i dünyâ
(Gerçekte düşman onun yücelmesini sağladı. Bu dünya leşi onun kısmeti olmasa buna şaşılır mı?)
Hayât-ı bâkîye irişdi rûhı ey Yahyâ
Şefîkı rûh-ı Muhammed refîkı zât-ı Hüdâ
(Ey Yahya! [Şehzadenin] ruhu sonsuz hayata kavuştu. Şefkatçisi Muhammet’in ruhu, yoldaşı ise
Allah’ın zatı[dır].)
Enîsi gâyib erenler celîsi ehl-i safâ
Ziyâde ide yaşum gibi rahmetin Mevlâ
(Dostu gayb erenleri, oturup kalktığı kimseler safa ehli[dir]. Allah rahmetini yaşım gibi çok eylesin)
İlâhî cennet-i Firdevs ana durag olsun
Nizâm-ı âlem olan pâdişâh sag olsun
(Allah’ım! Firdevs cenneti ona mesken olsun. Âleme nizam veren padişah sağ olsun.)
Şehzade Mustafa'nın Öldürülmesinden Sonra Olanlar
Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi TV de gösterilmesinden sonra adeta bütün Türkiye gözyaşına boğuldu. Açıkcası bende izledim ve gerçekten gözlerimden yaşlar durmadan aktı. Ne kadar üzüldüm tarif edemem. Kız kardeşim Perizat'ta hasta yatağından kalkıp 'Abla gördünmü, içim yanıyor, çok fena oldum' diyerek gözyaşlarına hakim olamadı. Peki biz burada sadece bir Dizi yüzünden üzülürken gerçek hayatta bundan yaklaşık 500 sene önce büyük halamız Mahidevran Haseki ve ailesi ne hissetti? Düşünmek bile kalbimi parçalıyor.
Şehzade Mustafa'nın öldürülmesinden sadece üç gün sonra (9.10.1553) de küçük Şehzade Mehmet Bursa'da katledildi.
Şehzade Mustafa'nın teyzeleri Akile ve Belkıs Hatunlar Bursa'da Saraylılar Türbesinde, Şahıdevran Hatun ise Bursa'da kendi Türbesinde, Şehzade'nin eşleri Nurcihan ve Handan Hatunlarda Bursa'da Hanım-kızlar Türbesinde medfundurlar.
Ayrıca Şehzade Mustafa'nın aynı anneden olma kızkardeşi Raziye Sultan'da ağabeyisinin ölümünden sonra asla evlenmeyeceğini söyleyip meşhur Yahya Efendi'nin müridesi olmuştur. Zaten üzüntüsünden fazla yaşamayarak genç yaşında ölmüştür. Raziye Sultan İstanbul Beşiktaş'da Yahya Efendi Tekkesinde medfundur.
Mahidevran Haseki ve ailesi Şehzade Mustafa'nın öldürüldüğünü ne zaman duydu? Kim haberi getirdi ve ondan sonra ne oldu? Bu sorulara kısaca açıklık getirmek istiyorum:
Açıkcası Şehzade'nin öldürüldüğü haberi çok kısa sürede hemen bütün devlete yayıldı, çünkü sevenleri çoktu. Mahidevran Haseki de oğlunun öldürüldüğü haberini fazla sürmeden aldı ve tahmin edileceği üzere bütün dünyası başına yıkıldı. Sultan Süleyman vakit kaybetmeden Konya sarayına askerlerini gönderip öldürttüğü oğlunun annesini, eşlerini ve bütün saray halkını Bursa'ya sürgün etti. İşte bu aradada Şehzade Mustafa'nın oğlu Mehmet'i boğdurttu. Mahidevran Haseki evladının acısıyla yanıp tutuşurken torunununda öldürülmesine şahit oldu.
Mahidevran Haseki'nin ablaları Şahıdevran ve Akile Hatunlarla küçük kızkardeşi Belkıs Hatun'da Konya Sarayında bulunuyorlardı. Şahıdevran Hatun, Yavuz Sultan Selim'in en gözde Vezirlerinden merhum Karagöz Ahmet Paşa'nın dul eşiydi ve bu sebepten Sultan Süleyman nezdinde de çok nüfuzu vardı. Askerler Konya Sarayına girip Bursa'ya sürgün edildikleri emrini bildirdiklerinde Şahıdevran Hatun o zamanın diliyle: 'Destursuz ne girersunuz Hareme, hiçmi hicabınız yok, Mustafa Han'ın kanı kurumadan anasına ve aile efradınadamı zulümlük etmek istersunuz' diye bağırıp askere karşı çıkmış. Asker bu durum karşısında Haremi terketmiş. Ayrıca Şehzade Mustafa'nın oğlu Mehmet Konya'da değil Bursa'da boğduruldu.
Şehzade Mustafa'nın ailesi Konya Sarayından Bursa'ya alelacele götürülmelerinin nedeni halkın Şehzade Mustafa'ya duydukları sevgiden ötürü ailesini himaye edip küçük Şehzade Mehmet'i kaçırıp kurtarılmasını engellemek içindi. Sultan Süleyman bu yüzden bir an önce Şehzade Mustafa'nın ailesinin Bursa'ya kapatılmalarını istiyordu. Bu yüzden Mehmet Bursa'da öldürüldü. Keza bu şekilde Mahidevran Haseki'nin veya kardeşlerinden birinin Kafkasya'ya haber göndermeleride engellenilmişti. Zira Mahidevran Haseki veya kardeşlerinden birinin Şehzade Mehmet'i kurtarmak için Kafkasya'ya kaçırmak isteyebilirlerdi. Bu yüzdende Şehzade Mustafa'nın dayısı Çerkes Mirza Mustafa Paşa aynı anda sürgün edilip daha sonrada öldürüldü.
Şehzade Mustafa'nın öldürülmesinden sadece üç gün sonra (9.10.1553) de küçük Şehzade Mehmet Bursa'da katledildi.
Bütün bu acı olaylar yüzünden Belkıs Hatun, Sultan Süleyman'a bir mektup yazıp acısını dile getirdi. mektubundaki tesirli söz: 'İnşaallah diğer evlatlarının kanında boğulursun!'. Diğer bir rivayete göre Belkıs Hatun mektubunda: 'İnşaallah o Rus cadısından olan evlatlarının kanında boğulursun' yazdığı yönündedir. Artık hangisini yazmış olursa olsun bu mektubun gönderilmesinden sonra Belkıs Hatun Bursa'da kardeşlerinden ayrı bir eve kapatılıp, geri kalan ömrünü tek başına mahkumiyet içinde geçirip 1560'da öldü.
Mahidevran Haseki ve kız kardeşlerinden hariç, iki kız torunu, iki gelini ve yaklaşık beş hizmetkarla beraber Bursa'ya sürgün edilmişlerdi. Sadece kadınlardan oluşan bu grup Sultan Süleyman'ın 1566 senesinde ölmesine dek büyük bir yoksulluk içinde yaşadılar. Sultan Selim Osmanlı Tahtına çıkmasından sonra Vezirlerinin tavsiyeleri üzerine Mahidevran Haseki'ye ufakda olsa bir maaş bağlattı. Bu Maaşla derhal oğlunun mezarının üstüne bir Türbe yaptırdı ve kendiside 3 Şubat 1581 tarihinde ölmesinden sonra aynı Türbeye defn edildi.
Şehzade Mustafa'nın teyzeleri Akile ve Belkıs Hatunlar Bursa'da Saraylılar Türbesinde, Şahıdevran Hatun ise Bursa'da kendi Türbesinde, Şehzade'nin eşleri Nurcihan ve Handan Hatunlarda Bursa'da Hanım-kızlar Türbesinde medfundurlar.
Ayrıca Şehzade Mustafa'nın aynı anneden olma kızkardeşi Raziye Sultan'da ağabeyisinin ölümünden sonra asla evlenmeyeceğini söyleyip meşhur Yahya Efendi'nin müridesi olmuştur. Zaten üzüntüsünden fazla yaşamayarak genç yaşında ölmüştür. Raziye Sultan İstanbul Beşiktaş'da Yahya Efendi Tekkesinde medfundur.
Abonnieren
Posts (Atom)